Türk Edebiyatında Şiirin Dünü Bugünü Yarını Sohbetler X – Söyleşi

Bilal CAN: Şiirin yazılması, okunması ve değerlendirilmesi farklı eylemleri gerekli kılan işler. Belki bu söyleşinin en başından beridir sorguladığımız meselelerle birlikte tekrardan şiirin nasıl yazıldığı, nasıl olması gerektiği, nasıl değerlendirilmesi gerektiği tekrardan ele alınmalı. Çünkü yayıncılık dünyasında artan türler arası gerginlik şiirin gittikçe sönükleşmesine, iyi şiirlerin ortadan kalkmasına, iyi şairlerin silikleşmesine, konjönktürel durumun gittikçe insanları sessizleştirdiğine dair toplumsal bir gerçeklik durumu söz konusu. Şiir, sözün esirgenmeden –açık yüreklilikle- söylenmesi de olmalıdır. Çünkü en sıkışık zamanlarda bile şiir, sözü taşımış, insanlara bir cesaret, bir yüreklilik, bir aksiyon, belki bir isyan hareketi aşılamıştır. Hayata, izzete, erdeme, ahlaka, özgürlüğe, iyiliğe, güzelliğe, umuda dair bir aksiyon alanı olan şiirin, günümüzde üretilen ürünler üzerinden değerlendirilmesini yaptığımda açıkçası çok da iyi şeyler söyleyemeyeceğim. Çünkü takip ettiğim dergilerde okuduğum şiirlerin genelinde bir sessizleşme, bir aynılaşma, bir benzerlik görüyorum. Ses seviyesinin hemen hemen aynı olduğu şiirlerle karşılaşmak, şiirin geleceğine dair aklımda soru işaretlerin yoğunlaşmasına sebep oluyor. Dergilerin son sayılarındaki – sizin de takip ettiğiniz dergiler vardır- şiirleri yan yana koyalım, bu şiirler arasında sivrilen, üzerinde yoğun olarak duracak birkaç mısra bulmak benim için toprağı eşelerken bulacağım değerli bir taş gibi oluyor. O mısraları tekrar tekrar okuyup bunun tadına varmaya çalışıyorum. Bir yandan da neden bu kadar az diye de içerliyorum. Daha çok iyi şiir, daha çok farklı tad, özgün vuruş, kaliteli söylem aramak biraz yorucu oluyor.
Şiirin geleceğini nasıl buluyorsunuz? İnsan-toplum-dönem ilişkisi bağlamında ele aldığımızda bunun tarihsel, ekonomik, politik, sosyolojik durumu olduğu muhakkak. Çünkü her dönem kendine özgüdür ve insana etkileri farklı farklıdır. Türkiye bu bakımdan zengin bir habitus sunmaktadır. Tarihsel zenginlik, bu zenginlik içerisinde badireli dönemler, insanları zora sokan hareketler… şiiri dönemsel olarak değerlendirdiğimizde –ki bu kanaatimce bir gerekliliktir- edebiyatın sosyolojik durumu ortaya çıkmakta, şiirin yazıldığı dönemden bağımsız olamayacağı gerçekliği karşımıza çıkmaktadır. Fakat o şiirlerin günümüze de sesleniyor olması, halen okunup değerlendiriyor olması, şiirin imkân olarak çağı aşan bir sesinin ve usulünün olduğunu ortaya çıkartmaktadır. Bu gün Divan edebiyatının sayısız eseri ile birlikte, Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl, Arif Nihat Asya, Behçet Necatigil, Turgut Uyar, Edip Cansever, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimlerin şiirlerinin halen okunuyor olması şiirleri buna örnek gösterilebilir. Çağı aşmak, şiirin o hem bugüne hem de yarına seslenen tavrının durumu bağlamında günümüz şiirini nasıl değerlendirebiliriz?
Ethem Erdoğan: Şiir, esasen bütün bir edebiyatın ana ve anaç türüdür. Başlangıç itibariyle böyledir. Zamanla başat türler değişkenlik gösterebiliyor. Şiir; hakikatin bir terennümü olduğu kadar hakikat de esasen şiirin terennümüdür. Çünkü hakikat her şeyin özüdür. Bunu çift yönlü düşünebiliriz. Hem insanın içsel hakikati, hem de dıştaki hakikat olarak. Hoş hiçbir türü –her ne kadar kaçmaya çalışılsa da- insandan uzak değildir. Bu anlamda hakikati kuşanan metin (bakın hakikati kuşanan şiir, demiyorum) zaten güçlü bir şiiriyettir ve zamanın derin izlerinin kelimelere dökülerek anlam giysisine sarılmış hâlidir. Onu yazmak; yalnızca kalemle kâğıt üzerinde işleme yapmak değil bir vicdan ve şuur meselesidir. Bu ikisi bilinç ve bulunç demektir. Özellikle vicdandan hareket etmek gerekir. Çünkü hem bulunan bir insani mesele hem söylemdir. Bulmak olmadan şiir olamıyor maalesef. Dolayısıyla şiir bir bilinç, vicdan, sezgi gibi çoklu bir yakaza halinin özütüdür.
Bu üç aşama, yani yazmak, okumak ve değerlendirmek fiillerinin birbirinden uzaklaştığı, modernizmin insanı tıkıştırdığı bireysellik zindanına döndüğü, daha açığı modern komedi olan işbölümü ve branşlaşma gibi akıldânelikler ile bu hale geldiği ve kopuk kopuk güya bu alandaki bir nevi özgürlük sayıldığı görülüyor. Şiir çokça yazılıyor, abuklamasını kullanmak gerekir sanki burada. Oysa maalesef şiir çok falan değil. Türetim metinlerden söz edin bu noktada. Onlar çok. O türetim şiirimsiler üzerine de edilecek asgari sözü edelim: Bir şiir metnini alıp, hassalarını ya da anlamını kopya etmek; bizim öğrencilere, edebiyata hevesi olan öğrencilere ilk önerilerimizden. Dolayısıyla elimizde yüzlerce “Ne hasta bekler sabahı” versiyonu var. Bir edebiyat dergisine isimleri kapatın ve bakın. Aynılaşan seslerin, tekrar eden imgelerin, birbirinin gölgesinde kalan dizelerin çoğaldığını inkâr edemezsiniz. Aynı tonun, aynı hassaların kopyalandığı ikinci, üçüncü şiirimsi varsa şöyle diyelim: geçelim. Bakınız günümüz şiiriyle ilgili iri iri cümleler kurmak istemiyorum. Bu cümleleri de konuya hassasiyet addedelim. Estetiği şekilde aramak da anlamı aforizmatik cümlelere yüklemeye çalışmak da aynı kapıya çıkıyor. Bu şiiri hapsetmektir. Özgürlüğü kısıtlanan şiir, derinlikten yoksun bir metin demektir. Şiirin kendine mahsus dengesi bozulmamalı. Bir yöne fazla yaslanırsa yamuk görünür. Oysa yapının gücü üçgen olmaklıktadır. Bu kısmı şöyle toparlamak iktiza ediyor sanki: şiir yazmak görece kolaylaştı ama “şiir” olmak zorlaştı. Çünkü şiir, çağrısıyla, sesiyle, yüklendiği anlamla derin ve öte bir hakikati barındırmalı. Şiir sanki bir yarışa dönüşmüş, bir görünme aracına indirgenmiş gibi. Bu da onu sığlaştırıyor. O yüzden bugünün şiirine dair bir yorgunluk hissediyorum. Daha çok özgün şiir, daha fazla derinlik, daha sahici bir ses arayışı içindeyim. Şu ifadenize tamamen katılıyorum: “Daha çok iyi şiir, daha çok farklı tad, özgün vuruş, kaliteli söylem aramak biraz yorucu oluyor.” Haddizatında bunlar bizi bulmalı. Bunca senedir dergi takip ediyoruz. Öyle bir şiir çıktığında da bize koşuyor zaten. Ancak yorucu olsa da biz aramaya devam etmeliyiz. Hangi kuyumcu kuyumdan caymış?
Dikkatinizi çekti sanırım. Şiirin değerlendirilmesi, incelemesi konusuna henüz geliyorum. Samimi olarak söylemek isterim ki ey bu metni okuyanlar! Son iki yıl içerinde şiir incelemelerimde bir yöntem kullandım. O yöntem şiir kitabından beni çarpan bir şiiri alıp açımlamaya çalışmak üzerineydi. Bu yöntemle yazdığım metinler üzerinde söz ulanırken, neden kitabın tamamını masaya yatırmadın, soruları geldi elbette. Hadi itiraf edeyim. Bazı kitaplarda incelemeye ve değerlemeye yatkın-layık tek şiir olabiliyor. Diğer kitaplar üzerine olan kısım da bendenizin tembelliği ile ilgili. Konuyu genele doğru iteklersek; 90’lı yıllarda edebiyat dergilerinde bir kitabı ya da şiiri yapı-ses-anlam vb pek çok yönden irdeleyen yazılar, denemeler yazılırdı. Bunu da yine şairler yazardı. Günümüzde sanırım kimse kimseye bulaşmak istemiyor. Oysa şiire bulaşmadan şiir üzerine müktesebat oluşturmadan şiiri ne ara başat tür haline getireceksiniz? Bendeniz şiir incelemesi yapmaya devam ediyorum. Aralıklı olsa da buna devam edeceğim. Diğer şuaradan da bunu beklemeye hakkım var. (Analojik olsun, hikâyeciler yanlış ya da eksik demeyip birbirlerinin metinleri üzerine tanıtım yazdılar çokça. Başat tür oldu hikâye.) Diğer önemli kısım şudur: değerlendirme en nihayet yazılı olan üzerinden gerçekleşecektir. Nasıl yazılacağını dikte etmeyeceğimiz gibi değerlendirmesini de dikte edemeyiz tabi olarak. Tavsiyemiz en temel eleştiri kriterlerinin kullanılması olabilir. Kişisel beğeni yöntemiyle, siyasi görüş esas alınarak Kaplanvari metotlarla asla değerlendirme yapmamalı.
Öncelikle insanın geleceğini görmeliyiz, diye düşünürüm. Saniyen insana ait bir etkinlik olan şiire bakalım. Şiir, çağın izlerinin toplandığı bir kalburdur. Kalburla hoşaf taşımak da muhaldir. Bu izler kalbur sallandıkça elenir. Kalburun üstünde kalanlar tabiatıyla iridir. Bunlar açık-seçik biçimde görülür. Kalburun altına düşenler, silik şekilde satır aralarına gizlenir. Bu dönemin zihniyetidir. Ama şiirin dönemin zihniyetinden bağımsız olması da mümkün değildir. En azından zihniyetin çeperlerini zorlamaya, yırtmaya niyetli olması beklenir. Her dönem kendi dilini, ritmini, acısını ve umudunu şiire taşır. Bu nedenle şiirin tarihsel, sosyolojik, kültürel bir bağlam içinde okunması gerekir.
Bugünün şiiri de bu çağın ruhunu taşıyor. Post-truth dijital çağda yaşıyoruz. Hakikatin çarpıtıldığı, insanların hızla tükettiği, kelimelerin değersizleştiği bir dönemden geçiyoruz. Şiir ise, bu ortamda belki de en fazla yara alan ama aynı zamanda en dirençli kalan tür. Çünkü şiir, sözün yavaşlatılmasıdır. Düşüncenin derinleşmesidir. Bu çağda yavaş kalmak bile başlı başına bir başkaldırıdır. Aşk ile tekrar edelim: yavaş kalmak bile başlı başına bir başkaldırıdır.
Türkiye’nin şiir tarihinde oluşmuş görünen ve birbirlerinden farklı şiir dönemlerinden söz edilir. Oysa tarih değiştikçe sosyal yapı, sosyal yapı değiştikçe siyasi şartlar değişmiş ve bunların hepsi farklı şiir anlayışlarını doğurmuştur. Hemen söyleyelim Garip şiiri İsmet Paşa diktasının şiiridir. Hatta Sait Faik hikâyesi de öyledir. Bu paragrafın bundan sonraki cümlelerini aynı gözle okuyun lütfen. Tanzimat’la başlayan dönüşüm, Servet-i Fünun’da bireysel duyarlığa, Milli Edebiyat’ta toplumsal sese, Cumhuriyet dönemiyle birlikte hem biçimde hem içerikte büyük çeşitliliğe dönüşmüştür. Yani!? Palavra ifadeler. Bu ifadeler ders kitaplarından süzdürmedir. Özeti de şu: Her dönem, şiiri kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmiştir. Ama şiirin özü, insan kalmıştır. Keşke insanın özü de hakikat ve şiir olarak kalsaydı.
Her sanatçının, öncelikle kendi çağını anlama ve aşma eğilimi potansiyel özellik biçiminde kendinde barındırdığını ifade edebiliriz. En başta bir sanatçı onu kuşatan ve yılgınlaştıran şeylerden kurtulmak ister. Yaşadıklarıyla barışıklık derseniz orada zaten teknik olarak meleke kespedilmiş alışkanlıklar ya da zanaat nev’inden işler kalır. Sanatçı sürekli hoşnut olmadığı şeylerle mücadele ederek canlı bir zihne sahip kalabilir. Aksi takdirde kalbur örneği devreye giriyor. Sanatçıyı bu bağlamda anlatının figür-tip-karakter çizgisi üzerinden değerlendirelim. Tip toplumun düzeninin sürdürücüsüdür. Karakter o düzene başkaldıran, o düzeni değiştirmeye çalışandır. Sanatçı bu anlamda karakterdir. Tip ise zanaatçıdır. Dolayısıyla dünyayla ve yerleşik değerlerle kavga vardır. Karanlığın içinde yaşadığını düşünür. Karakteristiği zayıf kalanlar muhal ve ideal dünya hayalleri kurar, güçlü olanlar da sürgün ve hapislerle karşılaşır. Karakter-sanatçı inancını, bir umut ve tohum olarak eserinde işler. Bu iletişim olarak topluma yayma-yayılma çabasıdır. Maddi ve geçici olan bu dünyada düşsel, ruhsal/imgesel ama kalıcı bir yer edinme çabasıdır bu. Bunun diğer bir açıklaması da zamanı aşmanın; adeta bir ay ya da güneş gibi insanlara doğruyu bulmaları (bulunç-vicdan) için aydınlık sağlamanın peşinde olmaktır. Sanatçı sesini ve sözünü bütün insanlığa ulaştırmak ister. Bir tür evrensellik ve sadakayı cariye. Bu yol doğrudur çünkü kalıcılık için gereken imgelerle aktarma gücü zaten sanatçınındır. Buraya kadar olan genellemelerde sanatçı kelimesini şair olarak algılayalım ki kalıcılık konusu anlaşılsın. Buradan itibaren şiir ve şair özelinde konuyu irdelemek gerekiyor.
Şairin en önemli niteliklerinden biri yeni söyleyiş üretme diğeri üretilen söyleyiş şeklini çok güçlü ve çağını aşan bir sesle sesletmektir. Bu iki nitelikten neşet eden metinlere şiir diyelim artık. Çağını aşmak, çağının ötesine seslenebilmek; hem kendi dönemine tanıklık etmek hem de evrensel bir hakikate ulaşabilmek demektir. İşte büyük şiirleri büyük yapan da budur. Divan edebiyatından günümüze uzanan şiir damarında bu şiirin örneklerini çokça görüyoruz. Fuzuli’nin, Nedim’in, Şeyh Galip’in, Nabi’nin, Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in, Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un dizeleri hâlâ bize bir şey söylüyor. İlk sebep onların metinlerinin ekserisi kalıcılık iksiri içmiş olması, diğeri bizim söylenecek cümlelere ihtiyaç duyuyor olmamız. Çünkü o şiirlerde sadece dönemin dili, biçimi yok; aynı zamanda insanın evrensel halleri var. Aşk, ölüm, umut, acı, hakikat, diriliş… Bundan ötesi ve fazlası da var elbette. Bu şairlerin şiirde yeni söyleyiş üreten şairler oluşu. Şiirle iştigali olanlar söylem üretme yollarını zorlamalı ama bunu yaparken yukardaki şairleri okumalı. Çağlar değişse de değişmeyen şeyler var. Kalıcılığın şartları gibi.
Bugünün şiirini istisnalar hariç kalıcılığın şartlarını bırakın, edebi metnin temel kriterleri için bile yeterli görmek zor. Sıkışmış ve hapsolmuş metinler. Günübirlik meselelere, dertlere, bireysel ve ergence çıkışlara hapsolmuş bir şiir anlayışını yüzeysel imgelere bağlamak bu sonucu icbar ediyor. Şair; aforizmatik bir ergenlik peşindeyse, önce ergenliğini aforizmatik şekilde tamamlayıp sonra şiirini kurmalıdır. Çünkü olması gereken karakterdir. Bu hem tanık hem taşıyıcı hem de dönüştürücü olmasını gerektirir. Türk şiirinde belli bir zaman diliminde çok ünlü olmuş ama sonra literatürde yer alamamış yığınla şair var.
Meselenin bir ucunu şuradan açalım: Bugünün şiirinde eksikliğini hissettiğim şeylerden biri taşıyıcılık. Bu hususta dilin taşıyıcılık meselesine değinerek devam edeceğiz. Dili şiirde bir üst dil haline getirmedikçe şiir, bir çağrı olamaz. Okuyucunun ruhunda bir iz bırakmak, onu silkeleyebilmek için üst/öte dile ulaşarak çağrı yapma vasfına sahip olabilir. Bunu yapamayan şiir, ne kadar biçimsel olarak “iyi” olursa olsun, duyguların aktarımı ne denli canlı olursa olsun çağını aşıp sonraki çağa hitap edemez. Çağını aşamayan şiir de maalesef kısa ömürlü olur.
Umudumu taşımaya devam edeceğim. Dergilerde zaman zaman güçlü mısralara rastlıyorum. Bunu güçlü şiir birimlerine ve bütünlüklü olarak güçlü şiirlere dönüştürmek mümkün. Güzel bir taraf da şu: genç kuşaklar arasında şiire içtenlikle yaklaşan, onu bir hayat biçimi olarak gören kalemler var. Bunlar şiirin geleceğine dair umudumu besliyor.
Benim şiirden beklentim, hakikati dile getirmesidir. İnsanı unutmamasıdır. Sözün inceliğini, anlamın derinliğini, yüreğin cesaretini bir araya getirmesidir. Şiir, bir tür çağrıdır; hem kendine hem başkalarına. Bu çağrı, samimi, güçlü, sahici olursa, şiir o kadar kalıcı olur. Yukarıda ifade etmeye çalışmıştım: dili şiir diline yükselt, meta dil haline getir, imgeleştir, çağrıyı yükle. Kalıcılık sonraki kuşaklara hitap etmekse, önceki kuşaklardan hala okuduklarımıza bak. Yunus’un çağrısı sana geldi mi? Nasıl geldi? Yedi asır sonraya nasıl hitap edebilmiş…? Önceki sorunun son kısımlarında buna cevaplar ürettik.
Bugünün şiirine baktığımda beni sarsan, beni yeniden insan yapan şiirlerin azlığını hissediyorum. Ama bu eksiklik, aynı zamanda bir çağrı da olabilir. Belki de bu yüzden hâlâ şiirle uğraşıyoruz. Daha iyiye, daha derine ulaşmak için. Şiir, bir arayıştır. Bu arayış sürdükçe, şiir de var olmaya devam edecektir. O da buluş. Söz başladığı yere dönüyor. Bulmak-bulunmak, buluş hep vicdandır.
görseller: Vincent van Gogh
Yazar: Bilal CAN –
Yayın Tarihi: 18.07.2025 10:07 –
Güncelleme Tarihi: 18.07.2025 10:18